Recent Posts
RSS Feeds

16 Aralık 2010

19 Aralık’ın Onuncu Yılında…


Onlar dönmediler.

Çünkü sizin hayat dediğiniz şeyin, bir ölüm kuyusu olduğunu çoktan görmüşlerdi. Bize de gösterdiler. Sizin hayat dediğiniz şeye dönmedi onlar. Yüzleri geleceğe, başka bir hayata dönüktü.

Belki de gerçekten burası, bilmediğimiz güzel bir dünyanın cehennemidir.

Zulümden ibaret bir devletin neredeyse akıldışı denebilecek bir kötücüllükle, açık, somut, bazen ifşa edilmesini bile gereksiz kılan örtüsüz bir küstahlıkla üstelik, kararttığı onlarca hayat, neredeyse tamamına kan sıçramış bir takvimin her gününde anılmak için bekliyor bizi. Herkesin omzunda ağlayabileceği, şiirden konuşabileceği ya da birlikte rakı içip şarkı söyleyebileceği kaç arkadaşı varsa, ondan daha fazlasını savaşta, askerlikte, cezaevinde, işkencede, sehpada fiilen ya da ruhen kaybettiği bir ülkede, neşe de, aşk da, öfke de; ama yalnız onlar değil, bilgi de, heves de, umut da ve bunların toplamı diyebileceğimiz hayat da hiç durmadan anlam değiştiriyor. Sözcükleri elimizde tutmak zor; eskiyorlar, çirkinleşiyorlar; hep yenilerini bulmak gerekiyor. Yazarken utanmadığımız, konuşurken tıkanmadığımız bir zaman gelecek elbette. O zamana kadar, elimizdekilerle ne yapabileceğimize bakacağız. Umutsuzluğa benzeyen bir umutla. Belki bu kez onlardan bir şey, doğru bir ses, sahiden hak yemeyen bir nefes çıkartabiliriz diye.

Sözcükler değişirler ve değişimlerini okumak en yaman tarih kitabını okumaktan daha öğreticidir bazen.

“Zulm” sözcüğü kökende bir yerde “devlet” demektir; çünkü Arapçadaki anlamı “bir şeyin yerini değiştirmek, yerinden etmek”tir; buralarda hep devlet zoruyla yerinden edilmiş halklar, devleti zulm diye çağırmayı öğrendiler. Sonra o sözcüğün içine insanın utanmadan hatırlayamayacağı bütün o cinayetler, haksızlıklar, eziyetler doldu. Devlet böylece zulmün kendisi oldu. Bazı şeyleri adıyla söylemeli evet; Devlet dedikleri, yokolma korkusu kendinden büyük, zalim bir katliam mekanizmasıdır. Korkutamadıklarını yok ederek korkutabildiklerini, olabildiğince uzun bir süre tahakküm altında tutmaya programlıdır.

On sene önceydi, 19 Aralık’tı.

Sanki buralarda yaşadığımız şeye hayat demek mümkünmüş gibi, sanki buralarda sahiden birinin dönmek isteyebileceği bir yer, bir zaman olmuş gibi devlet zoruyla bu berbat hayata döndürülmek istenenler, bundan on sene önce sabaha karşı başlayan bir operasyonla diri diri yakıldıklarında, öldürüldüklerinde, sakatlandıklarında vardığımız yeri cehennemin son kapısı sananlar yanıldılar. Sokaklara dökülmedi kimse, dökülenlerse yalnızlıklarının utancını kimse görmesin diye hava kararmadan girdiler evlerine. Daha yanık et kokusu havada dağılmadan biz “hayata döndük”. İnsan kardeşlerimizin etinin yanık kokusunda nefes alıp vermeye yazılmak belki bizi olmak istemediğimiz şeylere daha çok benzetmiştir. On senedir, daha çirkin, daha çürüğüz. Uyandığımız odalar o yüzden böyle kötü kokuyor. Ama yüzümüze çarpan o koku bize neyi unutmamamız gerektiğini hatırlatıyor.

Ez cümle unutulmuyor; ama ağrı eşiği yükselmiş insanların ülkesi burası. Acıyla talim edilenler acıya elbette alışırlar. Ama ağrı eşiği en yüksek olanın bile acıya dayanamadığı bir nokta, bir an, nihayet “yeter be!” diyeceği bir an vardır. Ve o an bir sürü şeye benzeyebilir. “Ama daha çok küçük o” diyen bir annenin, ya da “bir bebekten bir katil yapan” devlete öfkesini kusan bir eşin sesine, kutuda gencecik annesinin eline tutuşturulmuş tekmelenerek öldürülmüş bir bebek cesedine, kuyudan çıkarılan insan kemiklerine, “bilinmeyen bir dilde” slogan atmayı öğrenmiş bir çocuğun elindeki taşa, hatta belki de adaletten konuşmaya kalkan muktedirlerin kafasında patlayan yumurtalara benzeyebilir. Acı oradadır, “derinde”. Acı nihayet hissedildiğinde, nihayet bu bünye bu kadar acıyı kaldıramadığında, daha önce içerde tutulan bütün çığlıklar birden atılacak. En cesurlarımız boşuna ölmüş olmayacak. Belki de o çığlıkla hayat sahiden, gidersek özleyebileceğimiz, dönmek isteyebileceğimiz bir yer olacak.

BELİZ GÜÇBİLMEZ/HABER FABRİKASI